8 Mayıs 2011 Pazar

Şu bizim İstanbul dediğimiz şey...

Güzel bir Cumartesi sabahı arkadaşlarımla buluşmak için tıkış tıkış olmuş tramvayla Sultanahmet'e gidiyorum.

Hava o kadar sıcak ki güneş altında 10-15 dakika kalmak yanıp bunalmanıza kafi geliyor. Fakat gideceğimiz yerden eminim, Türk Edebiyat Vakfı'nda restore edilerek açılan Edebiyat Kıraathanesi...

Aslında burası 2. Mahmut'u azılı yeniçerilerin elinden kül hamaklarıyla kurtaran Cevriye kalfa adına yaptırılmış olan bir ilk okulmuş bir zamanlar.


Arkadaşlarla oturup okul günlerinden muhtemel sevgili adaylarına ve Boğaziçi Tarih'te meydana gelen ego savaşları hakkındaki gereksiz detaylara gömüldük. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar köşesinde oturup Frambuazlı muhallebi yeme şansını yakaladım. Turistleri rahatsız eden yaşlı bir adamı görünceye kadar orada kaldık.


Bundan hemen önce Osmanlı tarzı sedirlerde, klasik ahşaptan yapılmış sehpaların üzerinden soğuk içeceklerimizi yudumlarken C'nin aklına Türk Edebiyatı Dergisi'nin Babalar ve Oğullar başlıklı sayısını bana önermek geldi. Sadece kapağını okuyarak dergiye aşık olduğumu söyleyebilirim.


Jane Austen, "en değerli bilgi dedikodudur" der. Bu söylediği o kadar doğru ki edebiyatımıza yön veren nice baba ve oğulların hayatlarına ait derinlikleri sadece dedikodu vasıtasıyla bir araya getirebilmiş olduğumuzu da gördüm. Ekim 2010 sayılı dergide pek çoğumuzun bilmediği, bilemediği detaylar var. Buna daha sonraki yazımda detaylı bir şekilde değineceğim.

Vakıf'tan çıkıp yolumuzu Ayasofya üzerinden Gülhane’ye inen yola çevirdik. Topkapı Sarayı’nın girişinin hemen solundan Gülhane’ye inen ve restore edilerek eski Osmanlı evlerinin yaşayan bir temsili haline gelen Salkım Söğüt’ten geçerek ressam İlhami Atalay’ın atölyesine attık kendimizi. Atalay’ın kendisi ressam olduğu gibi, eşi ve çocukları da ressam.


Atalay’ın adını hatırlayamadığım fakat resim öğretmeni olduğunu öğrendiğimiz oğlu babasıyla ilgili bazı şeyler de anlattı bize. Babasının sanatçılığından gelen bir kaprisi olduğunu söylüyor. Özellikle annesi bir daha dünyaya gelirsem kesinlikle ressam biriyle evlenmeyeceğim diyormuş.

Babasının özgür ruhlu biri olduğuna dikkat çeken oğul Atalay’ın belki de en çok vurguladığı şey resim formasyonu olduğu için babası gibi resmedemediğini söylemiş olmasıydı. Arkadaşların söylediğine göre Ali Bulaç bu binanın üst katında uzun zamanlar yaşamış. Kulağıma gelen dedikodular Bulaç’ın o memnuniyetsiz halinin burada da kendisini zaman zaman gösterdiği yönünde.



Burada çok kalmayarak Gülhane parkına girdik. Olabildiğince ağır ağır yürürken yavaş yavaş esmeye başlayan rüzgarı selamlayarak aslında sur içi olarak görülen eski İstanbul’da görülmeye değer ne kadar çok şey olduğunu konuştuk. Mesela Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün arkasında bulunan Abdullah Cevdet’in İcjtihad evi gibi eserlerin yanında sarnıçtan restorana çevrilen ya da inanılmaz güzellikte manzaralara sahip şık kafeleri ziyaret etmek nedense hiç aklımıza gelmezdi önceleri. En çok da Beyazıt’ta gidecek yer yok diye ağlayan İstanbul Üniversitesi mezunlarının kulağını çınlattık. Umarım bizi affederler.

Gülhane’nin Sarayburnu tarafına çıkan kapısından geçerek liman tarafında olan ve sadece “Çay Bahçesi” tabelası görebileceğiniz sahile sıfır bu yere geçtik. İyice soğuyan havaya biraz direnerek keyif çaylarımızı içtik. Tekrar tekrar İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğuna iman ettik. Binlerce yıl bu şehri sayısız kültür ve medeniyet korumayı başardığı halde, biz 100 sene içerisinde tarihi ve dokusunu katlederek, doğal güzelliklerini yok ederek nasıl bu hale getirdik halen aklım almıyor...

İstanbul, her şeye rağmen güzel, her şeye rağmen bizimsin.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder