30 Haziran 2010 Çarşamba

Erkeğin Eziği Hiç Çekilmiyor

Yakın bir zaman önce hayatımda nadir yaşayacağımı sandığım ve umduğum bir olayla karşı karşıya geldim.

Terk edildim.

Çok doluyum çok bu konuda. Herkes yaptığı gibi küfür tribine girip "adam değilsin ki zaten" şovuna girişmek istemiyorum ama buna beni o zorladı.

Şimdi bakıyorum Şubat ayının başından beri berabermişiz. Aklıma Tanpınar'dan girip Sartre'dan çıktığı aşırı romantik konuşması geliyor. Bu devirde böyle romantik adam kaldı mı ya şaşkınlığı yaşamıştım. Ellerini, bakışlarını, ses tonunu öyle kullanmıştı ki samimiyetine o an inanmıştım. Bu konuşmayı etkilemek istediğin her kıza yaptığını nereden bilebilirdim ki!? Meğersem profesyonelleşmiş haberim yok!

Doğum günümden 2 gün önce beni bırakmasına rağmen bu olayı yuttum. Diyeceksiniz ki üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen bu konuyu neden tekrar açtın. Çünkü bu aşağılık yaratık Facebook'ta, arkadaşlarım arasında dedikodumu yapıyor ve beraber olduğu şıllığın nasıl benden daha kaliteli, güzel, kültürlü olduğundan bahsederek sinirlerimi hoplatıyor. Hayır kız da bir şeye benzese bari. Kendisi gibi baba parası yiyen "oluyo mu yanee" sözcükleri ağzından eksik olmayan teresin teki.

Şimdi burada ağzımı bozuyorum.

Baba parasıyla okuduğu üniversitede, yine baba parasıyla aldığı arabayla, kiraladığı daireyle, Etiler'de eğlendiği kulüple caka satmaya çalışan bir insansın. Ezberlediğin "tavlama" konuşman dışında da bir halt bildiğin yok! Ancak tuttuğun takımın haline üzülür, yarın nerede ateşi söndüreceğini düşünürsün. Nedir seni özel yapan? Hiçbir özelliğin olmadığı halde nedir bu kendine güvenin?

Ama hata bende. Bu angutluklarını gördükten sonra kıçına tekmeyi basmalıydım. Hayır düşünüyorum, ağzım mı kokuyordu, ağdamı mı geciktirdim, PMS dolayısıyla ona mı patladım, kokoşlar gibi aşırı makıyaj mı yaptım ? Yoo hiçbiri. Tek sebep beni eline, avucuna alamaması. Düpedüz yönetememesi işte! Çok övündüğün başka performanslarının fosluğuna da burada girmeyeceğim. O küçük aklınla altedemediğin kişiyi dedikoduyla mı altedeceksin?

E sonra Türk kızları niye böyle, neden zorlar, neden kimseyi beğenmezler diyorlar. Böyle adamların neyini beğenelim!

28 Haziran 2010 Pazartesi

Olgun Kadınlar

Gençliğin bir yandan yüceltildiği, bir yandan da yerin dibine sokulduğu bir ülkede genç bir kadın olmak insanı tarifsiz bir ikilemin içine sokuyor. Kimi zaman erkekler tarafından aşağılanmak, ciddiye alınmamak gibi sorunlar yaşıyorum. Bazenleri de sadece güzelliğim, yani gençliğim övülüyor. Peki olgun kadınlar, onlar ne durumda?

Balzac'a kulak verelim bu sefer.


Nüfuzlu kadınlar daha çok yaşlı kadınlardır; size ailelerin yakınlık derecelerini, sırlarını, amaca çabuk götürecek yolları öğretirler; ayrıca size içten bağlı kalırlar; eğer pek sofu değillerse, koruyuculuk zevki onlarda bir çeşit aşk anlamını taşır; çok faydaları dokunacaktır size, erdemlerinizi överler, sizi toplumda aranan biri haline getirirler. Genç kadınlardan kaçın! Bunu söylerken en ufak bir çıkar duygusuyla hareket ettiğimi sanmayın. Elli yaşındaki kadın sizin için her şeyi yapar, yirmi yaşındaki ise hiçbir şey; biri sizden bütün hayatınızı isteyecektir, öteki ise arada vereceğiniz birkaç dakika ile, göstereceğiniz bir iki incelik ile yetinecektir. Ciddiye almayın genç kadınları, hep şakalaşın onlarla, ciddi bir yönleri yoktur onların. Genç kadınlar, bencildirler dostum, basittirler; gerçek bir dostluk bulamazsınız onlarda; kendilerinden başka kimseyi düşündükleri yoktur, en ufak bir başarıları uğruna sizi harcaya-bilmeleri işten bile değildir.


Eh tabi bu kadarla da kalmamış Balzac. Son olarak şunları da eklemiş.

Üç aşağı beş yukarı hepsi de yapmacıklı, alaycı, kendini beğenmiş, hoppa, müsrif olan genç kadınlardan sakınmanızı, nüfuz sahibi kadınlara, teyzem gibi akıllı uslu, size yararı dokunacak, sizi alçakça yapılmış suçlamalara karşı koruyacak, sizin söyleyemeyeceğiniz sözleri sizin adınıza söyleyebilecek yaşlı ve azametli dullarla ahbaplık etmenizi başka ne gibi bir sebeple söylemiş olabilirim ki?


Siz ne düşünüyorsunuz, olgun kadınlar mı yoksa genç kadınlar mı daha tercih edilir? Benim görüşüm belli Balzac fena halde saçmalıyor.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Yağmuru Sevelim

Dün akşam evden çıkıp Levent'e yürümeye başladığımda gök yüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Gök gürlemeleri tüm gece olduğu gibi yükseklerden bir yerlerden biz fanileri uyarıyordu. Evimize kapanıp yerimizi bilmeliydik. Umursamadım tabii. Yoldayken yağmur hafif hafif atıştırmaya başladığında siyah şemsiyemi açtım. Aklıma İstanbul'u yağmuruyla tasvir eden romanlar geldi. Mesela bir "Abdülhamid Düşerken" romanında, paşa dedenin cenazesi yıkanırken göğün yarılıp nasıl İstanbul'a aktığı çok iyi bir şekilde anlatılır. Kitabı okurken yüzüme yağmurun yarattığı o temiz toprak kokusunun vurduğunu hissetmiştim.

Yağmur sevilmeyecek gibi değil ki zaten.

Aylak Adam kitabında Yusuf Atılgan, insanların sinemeya gitme nedenlerinden biri olarak da yağmurun yağmasını göstermiş. Diyor ki, "istiklale yağan yağmurdan kaçmak ancak sinemaya ya da bir kafeye girmek ile mümkündür." Üşümeyeceğimi bilsem her yağmur yağdığında koklamak isterim denizi. Sert vuruşları ile beton korunakları aşındırmasını izlerim dalgaların. Ya da yağmurdan fazla etkilenmemek için buldukları küçük ve köhne sığınaklarında martıları gözlerim.

İstanbul'un yağmuruyla ünlü olduğunu biliyor muydunuz? Ya temiz havasıyla?

Konuyu dağıtmayayım. Arkadaşlarla iki tane çizburgeri mideye indirip, rejimime kısa süreliğine elveda dedikten sonra zaman zaman dedikodu, zaman zaman da eskileri yad ederek saat 1'e kadar sohbet ettim. Geriye dönmek için biraz yağmurun dinmesini bekledik. Talihsizliğe bakın ki arkadaşlarımdan biri kısa şort giymişti ve tek şemsiye getiren bendim :)

Üç kişi büyük şemsiyemin altına girerek yürümeye başladık. Önce kollarımız, sonra sırtımız ve bacaklarımız ıslandı. Ana caddeden bu halimize kendi kendimize kıkırdarken, çevremizde saçak altlarında bekleyenlerin de bize kahkahalarla güldüklerini gördüm. Düşünsenize üç kişi tek bir şemsiyenin altına sığmaya çalışıyor! :) Ana caddeden karşıya geçerken bir koşmamız vardı ki evlere şenlik. Yolun yarısında mahallenin kadrolu delisinin bizi kovalaması ise ayrı komediydi. "Gelin buraya şeker vereceğim size!" diye diye peşimizden hiç ayrılmadı. Yağmurdan da korkusu hiç yok, sırılsıklam koşuşturup durdu. Yağmuru düşünelim, şekerden mi kaçalım ne yapalım bilemedik. Kendimi sürek avının bir parçası gibi hissettim.

Yağmur bahane, eve geldiğidem tek düşündüğüm şey bir şemsiye altında bile eğlenebileceğim arkadaşlarımın olmasıydı. Dostluğun vermiş olduğu o tarifsiz güven duygusuyla her şeyi başarabilecekmiş gibi hissediyorum.

Yağmurla eğlenmek inanın hiçbir zaman beni bu kadar memnun etmemişti.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Tembellik Rejimi

İşe başladığımdan beridir kafamı kurcalayan pek çok şey olmasına rağmen onlar üzerine düşünemediğimi fark ettim. Sabah 9 akşam 6 çalışan biri olarak ancak akşam 7:30 gibi evde olabiliyorum ve yemek, duş derken gün bitiyor. Kitap okuyamıyorum, film seyredemiyorum. Kısacası hayata dair pek bir şey yaşayamıyorum.

Bu durum aklıma Paul Lafarge'ın Tembellik Hakkı adlı kitabını getirdi. Yazar Kitaba önce Lessing'ten yaptığı ve beni çok ilgilendiren bir alıntıyla başlıyor.

Sevme, içme ve tembellik dışında,
Tembellik edelim her şeyde

Lessing

Ve sonra devam ediyor;

Büyük halk şenliklerinde komünistlerle kolektivistler, kentsoylu sınıfın 15 Ağustos ve 14 Temmuzlarındaki gibi toz toprak yutacak yerde, şişeleri fırlatacak, sucuklara saldıracak, maşrapaları havalara uçuracaklar. Tembellik rejiminde, bizi her saniye yok eden zamanı öldürmek için, sürekli gösteriler ve tiyatro oyunları olacaktır. Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!

Gerçekten de tembellik değil midir bizi biz yapan? İçimizdeki yetenekleri, sanatı, edebiyatı, kısacası tüm kültürü yaratan sahip olduğumuz boş zamanlar, sahip olduğumuz tutkular değil midir?

Sanırım bunu anlamak için çalışmaya ihtiyacım yoktu. :) Eski Yunanlılar bunun farkında olmalı ki işleri kölelere havale ederek kendilerine tüm hayatlarını tahsis etmişler. Ne dersiniz bir tembellik rejimi iyi olmaz mıydı bu sıcak havada ?


17 Haziran 2010 Perşembe

Kadın Açlığı

Şu sıralar Kemal Tahir'in Kurt Kanunu adlı kitabını okuyorum. Okudukça Freud'ın insan psikolojisini cinselliğe bağlayan fikirleri aklıma geldi. Diyorlar ki Murat Menteş şu sıralar erkeklerin her an bir kadınla cinsel ilişkiye girebileceğine dair yazılar yazıyormuş. Anlaşılan Kemal Tahir bu durumu yıllar önce, 1969'da, anlatmış.

Lacivert ipekten çarşafının eteklerini serbestçe toplamış... Bacakları harika... Bacakları... Kalçalar... Kıvraklık... Aralanıyor Peçesi... "Hadi oğlum rüzgar! Biraz daha... Biraz dedim..." Kadın rıhtıma atıldı incecik bir yay esnekliğiyle... Yiyecek gibi bakan erkekleri kıvrılıp bükülerek yardı. "Dehşet... Adam öldürür... Nasıl kalça söylemek bu böyle? Memleketli vallah billah yukardan... Yollu hem de... Böyle kalça döndüremez ev piliçleri...

(...)

Naciye oturdu. Erkekten sakınmayı unuttuğu için, ince sabahlığı açılmış, yumruk dizleri görünmüştü. Ayakları da, zevkle öpülecek kadar biçimliydi.

(...)

Karı kolunda büyüyecek bir sepetle çıktı. Biraz ufak tefek ama, belli ki sağlam... Güçlü... Koca sepeti kuş gibi uçuruyor. Çamaşırda bile, kılığı, saçı başı düzgün... Göğüsleri dolgun-dik... Beli ince, kalçaları geniş oynak... "Değerli karıda, göğüs uçları dışarı, topuklar içeri olacak... Tamam... karıda topuklar içeri..."
Belki de bu sebepten iki gecedir, üst üste rüyasına giriyor, yeniyetmeler gibi şeytan aldatmasınaa uğruyordu. Yalandı. (Kemal Tahir- Kurt Kanunu)


Açıkçası bunları okuyunca çok şaşırdım. Erkekler gerçekten de kadının en basit yerlerinden bile tahrik oluyorlar mı? Normal acıkır gibi sekse de açlık duyuyorlar mı? Böyleyse gerçekten zor olmalı.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Serin Bir Ağaç Gölgesi

Otobüsten indikten sonra aklımda Ahmet Samim'in ölmeden önce yazdığı son mektuptan satırlar vardı. Boğucu sıcak beni öylesine sarmıştı ki, bir anlığına her şeyi unutup kendimi serin bir yere atma ihtiyacıyla doldum. Birkaç metre sonra büyükçe bir parkın olduğunu biliyordum, hızlıca yürüyerek parka ulaşmak ve her gün geçerken gördüğüm büyük çınar ağacının altındaki banka oturmak istiyordum.

Güneşin sabah saatlerinde bile insanı terleten o yakıcı sıcaklığına rağmen kısa sürede parka geldim. Tamamen gölge olan alana girdiğimde yüzüme ferah bir rüzgar vurdu. Aklıma Ahmet Samim'in cümleleri tekrar geldi.


Demiciköyü'nde bir bayır tepesinde küçük ve garip bir köy kabristanı vardır. İstiyorum ki beni oraya defnetsinler. O mezarlığın kenarında gençliğimin en tatlı birkaç saat şiir ve hulyasını geçirdim. Fikrimin o küçük mezarlıkta olduğu kadar derin bir sükûn ve istiğraka daldığını bilmem. Mezarlığın bulunduğu tepeden bütün kırlar, tarlalar, etrafın uzaktan birer küçük ve yeşil demete benzeyen koruları, ormanları ve nihayet ta ilerde Karadeniz'in gâh durgun ve mavi, gâh beyaz ve coşkun, uçsuz bucaksız yüzeyi görülür. Cenazemin de orada kalmasını istiyorum. Bana dindarane bir tevekkül geldi ve ölmeğe dahi hazırım.


9 Haziran 1910'da öldürülmeden önce kayıtlara geçen son isteği olan bu satırlar bana nedense her şeye rağmen güzel olan bir İstanbul sabahında tarifsiz bir hüzün verdi. Çevremde kuş sesleri, öte yanda ana cadde'den yükselen araba homurtuları... Güneşten kurtarılmış bu kutlu alanda kederlenen sadece ben miydim?

Biraz sonra benim o banka oturmamdan cesaret almış olmalı ki başka bir kadın da elindeki siyah çantasıyla gelip benim yanımdaki banka oturdu. Çantasında bir şeyler arandıktan sonra sabit bir şekilde karşıya bakmaya başladı. Biraz sessiz kaldık.

Kalkmalıydım, sonuçta işe geç kalıyordum. Doğrulup giderken yanımda oturan kadının yüzüne dikkatli bir şekilde baktım. Gözlerinin altı kırışmış, fazla gülümsemesinden olsa gerek ağız kıvrımlarında da çizgiler belirmişti. Çok yorgun duruyordu, belki de o anda ömrünün belaları aklından geçiyor, ölsem de kurtulsam diye düşünüyordu. Kim bilir onda da dindarane bir ölüm korkusuzluğu ortaya çıkmış olabilirdi. Yanından geçerek ara yola doğru yürüme başladım.

Hiç bunları düşünmemiş gibi işime odaklanmalıydım. Ne yazık, iş hayatında duygulara yer yok.