26 Temmuz 2010 Pazartesi

Aşkım N'apıyorsun?

Başlıktan da anlaşılacağı gibi hepinizin, özellikle erkeklerin, muzdarip olduğu bir konudan bahsedeceğim. Her an kimle, nerede, ne yaptığını sevgiline anlatma zorunluluğuna ben "raporlama" diyorum. Özellikle hemcinslerimde paranoya düzeyine varan bu "raporlama" olayının ucu Facebook, Messenger, Twitter şifrelerinin sevgiliden alınması ve zaman zaman buralara girip kim ne mesaj atmış, ne muhabbetler dönmüş bakmaya kadar dayanıyor.

Şimdi kabul etmek lazım erkekler de az değiller. Fakat bu işi saplantıya dönüştüren genelde kadınlar oluyor.

Peki neden?

Bana kalırsa bunun en büyük sebebi içimizde bulunan ve açığa çıkmak için fırsat kollayan "anaçlık". Mesela bir kadın erkeğin neler yaptığını denetlerken bunu sadece çevresindeki kadınlardan uzaklaştırmak amacıyla yapmaz. Gizliden gizliye onu her şeyden koruma amacı da vardır bu işin içinde. Aynen bir çocuğu yetiştirir gibi, erkeğin hayatının her alanında söz söylemek isterler. Bu durum iş çantanızdan, pantolon cebinize, cep telefonunuza, faturalarınıza, arkaşlarınıza kadar uzanabilir. Çünkü buralar "korunması gereken" çocuğun dışarıyla ilişki kurduğunda neler yaptığının kaydını tutan birer "kara kutu" gibidir.

Buradan da şuna ulaşıyoruz, eğer bir insanı "çocuğunuz" gibi görüyorsanız onun sadece kendinize ait olmasını istersiniz. Diğer her şeyi ve herkesi rakip olarak görmeye başlarsınız. Yani 24 saat süren bir "denetim ağı" kurmanız bu vesileyle "doğal" bir sonuç oluyor.

Şimdi düşünüyorum da üniversite bitirmiş belki üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış pek çok kadın da bu "raporlama" işinin müptelası adeta. Zaten çevremdeki bütün ilişkilerde liseli aşıklar gibi "24 saat cep telefonundan mesajlaşma" olayının fazlasıyla yaşandığını görüyorum. Ve beni bu durum fena irrite ediyor.

Ne kadar saçma.

Erkekler bizim 5 yaşındayken oynadığımız bebekler değiller. Biz de onların evcilik oyunlarındaki konu mankenleri değiliz.

Kadınlar ne zaman büyüyecek acaba?




19 Temmuz 2010 Pazartesi

Beni Heyecanlandıran Tek Şey...

Genç yaşıma rağmen beni heyecanlandıran çok az şey olmaya başladı. Eskiden, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, verilen küçük hediyeler çocuk gibi sevinmeme neden olurdu. Şimdi ise melankolik müzikler dinlerken esen rüzgarın dalgalandırdığı yaprakları seyretmeyi daha anlamlı bir iş gibi görüyorum.

Git gide sıkıcı olduğunu düşünmeye başladığım hayatımda kalbimin patlayacak gibi atmasına, büyük bir heyecan dalgasıyla midemin kasılmasına neden olacak olan tek şey sevebileceğimi sandığım bir erkekle tanışmam. Ah, flörtün o tatlı esintilerinin bende uyandırdığı duyguları tarif etmek imkansız gibi. Bir insanı tanımak, bir kitap okumak gibi derler. Hiç katılmıyorum, bir kitap hayal gücümüze hitap ederken bizi korunaklı bir alan içinde bırakır. Sayfaları, düşünceleri, duyguları sınırlıdır. Fakat insan öyle mi?

Yüzüne baktığımda kızaran dudakları, elma rengi yanakların hayat fışkıran rengini görmek hangi kitap vasıtasıyla mümkün olabilir? Kitaplarla konuşamazsınız, onlar size cevap veremez. Sadece anlatırlar. Halbuki sohbet etmek en büyük tutkularımızdan biridir.

Akşam vakti ufak bir tereddütle teklif edilen ilk çıkma teklifi... Kahvenin ruhu canlandıran güzel kokusuyla gülümseyerek yapılan muhabbetler... Çocukluk dünyasına yapılan gezintiler yerini beraber kurulan hayallere bırakır. Birbirinize baştan çıkartıcı soruları öyle masum bir edayla sorarsınız ki, birisi sizi kardeş sanabilir. İçinizde uzun süredir kolay kolay hissedemediğiniz bir ateş yanmıştır. Bu ne tamamen Aşk ateşidir, ne de gençlik ateşi. İkisinin mükemmel bir birleşimidir. Geceleri rüzgarlar perdeleri dalgalandırırken bile yatağınızda uyuyamaz, kor gibi olursunuz, sabaha kadar perişan olursunuz. Yaptığınız bütün alelade işlerde, hatta işe giderken bile, kendinizi anlamsız yere onu düşünürken bulursunuz. Kendi kendime gülerim böyle zamanlarda.

Buluştuğunuz günlerden birinde konu eski aşklarınıza gelir. Belki 15 yaşındayken hissettiğiniz o sarsılmayı, çarpılmayı anlatırsınız. Dakikalarca süren bakışmalarınızı, neredeyse çocuk sayıldığınız o günlerde yüzünüze konan o masumiyeti hatırlar, ne kadar da büyüdüğünüzü düşünürsünüz. O yaşlarda pek farkına varamadığınız fakat gün geçtikçe zihninize çakılmış gibi orada kalacak olan kokusunu düşünürsünüz eski sevgilinizin. Saflığın kokusudur o. Hem de yeni bir ilişkiye başlamak üzereyken bunları hatırlamanın garipliğini fark edersiniz. Bunları unutmak gerekmez miydi?

Halbuki bütün bunlar heyecanınıza heyecan katar. Karşınızdaki size kendinden bahsettikçe, büyülü bir şekilde gözleri parlarken siz de etkilenmeye başlarsınız. "Hayata bağlandığımız o nadir anlar"dan biri de budur bana kalırsa.

Sizi bilmiyorum ama flörtün insana verdiği o tatlı mahmurluk yaşadığımı hissetmemi sağlıyor.

Bir yerlerde olduğunu düşündüğünüz hayatın anlamı acaba buralarda mı gizlidir?