13 Kasım 2011 Pazar

"Yaşlanmak en aşağı ve kirli şeydir"


"Yaşlılık en aşağı ve kirli şeydir" diyor Venedik'te Ölüm'de Thomas Mann. "Sanat, içsel tutarlılıktan ve insan onurunun yüceliğinden meydana gelmez, sanat bayağılıkta gizlidir" diyor.

Bayağılık... Sapıklık... Görgüsüzlük... Her türlü ihtirasa esir olma...

Sanat bunlardan doğabilir mi? Hiç kuşkusuz Mann'in haklı olduğu bir şey var. Sanat tutarlılıktan doğmaz, doğamaz. Tutarlı olan insan sanata ihtiyaç duymaz. Sanat bir ifade biçimidir, zihnin ve ruhun karanlıklarına hiç çıkartılmayacak gibi gömülmüş anıların, düş dünyamızda gizlediğimiz gerçekleşme ihtimali bulunmayan arzuların gerçeğe döndüğü alandır.

Yaşadığımız dünyayla uyum sağlayamadığımız için sanata yöneliriz. Algıladığımız nesneler, gördüklerimiz, tattıklarımız, sevdiklerimiz ve nefret ettiklerimiz bize bir türlü huzur vermediği için sanatta ifade ederiz kendimizi.

İçimizden geçen en safi düşünceler ve en şehvetli ihtiraslar bin bir incelikle hazırladığımız filmlere senaryo olur, kendi kendimize verdiğimiz mücadeleleri yazıya döktüğümüzde edebiyata giden yolda mesafe alırız. Eğer edebiyat sadece iyi, güzel ve doğru olanı zihinlere işleyen bir araç olsaydı dünya klasiklerinin hiçbiri olmazdı.

Trajedi ve belki de dram edebiyatın kaynağı olduğu kadar, cinselliğe duyulan o bitmek tükenmez merak ve ihtiyaç da insan onurunun maalesef esir alınmış bir yanını yansıtır. Cevap alamadığımız soruları sanat aracılığıyla tekrar tekrar sorarız. Karşılık bulamadığımız hislerimizi onun aracılığıyla fakat bir o kadar da perdelenmiş bir şekilde hayali gök kubbemizde yankılatırız.

Yaşlanma korkusunu bir ara çok derinden hissediyordum. Henüz genç olduğum halde kırış kırış yüzümü hayal ediyordum, artık hiç kimse için çekici gelmeyen bir bedeni olan, insanların yok saydıkları, görüşlerine geçmiş yüzyıldan gelen hayaletlere baktıkları gibi değer verdikleri bir güçsüz, her türlü saygı yitirilen bir düşkün gibi.

İnsan yaşlandıkça mutlu olamaz diye düşünüyordum. İnsan yaşlanmamalı. Bunun tüketim kültürünün bir parçası olduğunu bildiğim halde, kendimi bu düşünceye kaptırmaktan alamıyordum. Hem de yaşamın bir ideal uğruna harcanacak bir zaman dilimi olduğuna inandığım halde!

Sonra sanat sayesinde yaşlansak da değer verilen biri olabileceğimizi fark ettim. Halbuki bu bize dünyayı anladığımız ilk anda beri öğretilen bir masaldı. Ve bunu anlamak için bu kadar düşünmeye gerek yoktu. Neden sorusu burda bir haklılık kazanır. Nedeni şudur: Her insanın bu hayatta öyle ya da böyle yaşayacağı şeyler vardır ve tüm seçimlerimize rağmen kaderimizin bize çizdiği rotada ilerleriz. İnsan buna kani olduğu andan itibaren gerçeklikle ilgili tüm bağlantısını avuntular üzerinden kurmaya başlar.

Evet! İrademiz vardır, fakat bu dünyaya nasıl geleceğimizi seçmediğimiz gibi yeteneklerimizi ve talihimizi de kendimizi belirleyemeyiz.

Bu yüzden bize verilen yegane teselliye, tevekküle ve sanat sığınırız.

Sanat bize ihtiyaç duyduğumuz o yaşamı verir. Sanat bize o an hissettiğimiz o yoğun duyguları açığa çıkaracak bir volkan gibi lavları heyecanla bekleyen seyirciyi ve ilgiyi verir. Bu yüzden seyircisi olmayan sanat ve sanatçı yoktur.

Bu yüzden yaşlılık dünyanın en aşağı ve kirli şeyidir. Çünkü güzelliği gençliğe, saflığı çocukluğa, zekayı olgunluğa ve mutluluğu da içimizdeki en iyilere layık görürüz. Bunlara ulaşamayacağımızı düşündüğümüz için de kendimizi hayal aleminde bunlara sahipmişiz gibi var sayarız. Gençler bu yüzden 50 yaşına kadar yaşayıp ölmek istiyorlar. Bu yüzden çok yaşamayacaklarını düşünüyorlar, çünkü çok yaşamak istemiyorlar!

21 Temmuz 2011 Perşembe

İtiraftır

Saat 20:06. 7. ayın 21'i, işte böyle başladı hayal kırıklığı.

Zihnimin en derin köşelerine saklanmış arzuları uyandıran bir söz, bir cümle, bir itiraftır. Hayal kırıklığı bir hayaldir, hayalden başlar ve bir hayalle biter.

Öyle ki, birkaç günlüğüne de olsa en yakın arkadaşın önemli sözler ederken dünyadan kopma, tüm hızıyla çevrende akan zamana karşı direnme nedenidir.

Artık hoşlandığını sandığın kişiden duyduğun her cümlenin sadece ilk anlamını değil, daha önce hiç düşünmediğin ve akletmediğin karşılıklarını da bilmek, karşındakinin ne söylemek istediğini anlamak için binbir taklalar atarak hafızana oyunlar oynamak, üzerlerine tonlarca toprak döktüğün üzüntülerini açığa çıkarma zamanındır.

Bir avare gibi ruhunun derinliklerinde savrulan kendini bağışlama isteği böyle anlarda açığa çıkar. Çünkü masumiyet en büyük zırhtır. Belki de en büyük günahtır masum olduğunu düşünmek.

Bir yandan günlerin getirdiği monotonluktan özgürlüşen kalbin ve aklın, hayatta sadece birkaç kez tecrübe edebileceğin bir farkındalık süreci yaşar. Artık her saniye ve hatta salisenin ömrü hayatında yıllar kadar değeri vardır.

Bu yüzden hayatını bir romanın sayfalarını çevirir gibi çevirdiğini fark edersin ve o sayfalarda yazılanları değiştirmek için daha az bir istek olur içinde. Düşündüğün tek şey kendini teslim etmektir, her şeyiyle...

Hayal kırıklığı insandır. Ya da her insan bir hayal kırıklığıdır. İnsanları tanıyamayız, onlar da bizi tanıyamayacaklar. Bir gülüşün arkasına gizlediğimiz anlamlar gizemini yitirir. Çünkü ortada hiçbir anlam yoktur.

Bakışlarda aradığınız derunilik ve sizi karşınızdakine bağlayan o merak duygusu bir yüktür. Çünkü mevcut olan bilinmezlik kısa sürede nihayete erecek ve hayat o sıkıcılığına geri dönecektir.

Hayat bir hayal kırıklığıdır.

Doğunca anlar ve ağlarız.




29 Haziran 2011 Çarşamba

Bir kişiyi ne ünlü yapar?




9-6 arası çalışanlar iyi bilir. Monotonlaşan hayatları içerisinde çevresindeki insanların kendilerine daha az saygı duymaya başladıklarını düşünürler. Ya da bir Lise öğrencisi 30 yaşına kadar adam yerine konulmayacağının bilincine ancak üniversiteyi bitirdiğinde varır. Nerede olursak olalım, hangi işi yaparsak yapalım akan giden dünyada her geçen saniye birilerinin arkasında kaldığımızı düşünmekten kendimizi alamayız.

Para, güç ve ihtiyaç duyulan sevginin arkasında şöhretin var olduğunu sanırız. Halbuki bu büyük bir yalandır.

Nobelli yazar Ernest Hemingway genç yaşlarda gördüğü ölümler sonrası bizon avcılığından, savaş muhabirliğine kadar cesaret isteyen her şeyi yapmış. İlginç olan Hemingway'in aklınıza gelebilecek her türde şeye sahip olması ve sınırsız yeteneğiyle girdiği her işte başarıya ulaşmış olması. Bütün bunlara rağmen Hemingway'i uçlarda dolaşan bir hayata iten ölümlü olduğunu hissetmesiymiş. En azından bir derginin yazarı öyle söylüyor.

Erkekler de tam da bu nedenle Andropoza girerler. Hayatın sonuna geldiklerini ve gençliklerini yaşayamadan öleceklerini hissederler. Gözlerini sonsuzluğa kapamadan önce biraz daha yaşamak, biraz daha kadın teni koklamak, biraz daha dar pantolonlar giymek, biraz daha cesaret sahibi olmak... Bütün bunları düzenli bir geliriniz olmadan arzu edemezsiniz, çünkü hala karnınızı doyurmakla ilgili olabilirsiniz ancak. Orta yaş bunalımına giren erkek de ünlü olmak istiyordur halbuki. Bilmediği Hemingway gibi sonunun intihar olabileceği...

Çevreme baktığımda ünlü olmak için can atan binlerce insan görüyorum. Önceleri tarih kitaplarında daha çok "kahraman olmak için ne gerekir?" sorularını görürdüm. Yer, zaman, akıl, eğitim, mekan ya da cinsiyetiniz? Bunlardan hangisi kahraman olmaya yeterdi ki acaba? Kitaplar bunlarla doludur.

Şimdi ise şöhret var elimizde. Ünlü olmak için ne gerekir? Ünlü olmak Seda Sayan, Nihat Doğan olmak değil, bir Okan Bayülgen, Sezen Aksu, Murathan Mungan ya da üniversitenizdeki popüler çocuk ve popüler kız olmak da demektir. Artık ünün iki yönü var, eğlendiklerimiz ve imrendiklerimiz. Kimileriniz bu başından beri öyledir diyecekler fakat buna katılamayacağım.

Ünlü olmak için hiçbir şeye ihtiyacınız yok arkadaşlar. Çünkü "ünlü" olanlar da bir şeye ihtiyaçları olmadan, kendi ayaklarıyla buraya geldikleri imajını yaymakta pek hevesliler. Ünlü olma halini bize propaganda eden kitaplar, dergiler, gazeteler, cemiyet haberleri, çok eğlendiğinizi sandığınız diziler. Bütün bunlar her şeyin daha kalifiye olduğu bir dünyanın yansımaları.

Yetenekli olan, yeteneksiz olandan daha mı üstündür? İyi espiriler yapan, konuşmakta zorlanan birinden daha mı yeğdir? Doğuştan yakışıklı olan bir erkek ya da çok güzel olan bir kız daha mı önemlidir? Bütün bunlara ahlaki ölçütlere dayanarak koca bir HAYIR diyen bizler, daha sonra koşa koşa yetenek, sanat, güzellik, pahalılık ve arzu nesneleriyle kutsallaştırdığımız kişilerin koynuna gireceğiz. Sezen Aksu'dan müzik dinlerken, özel taşlardan yapılmış purosuna tütün dolduran ya da çok beğendiği diziyi izleyen veyahut sevdiği bir yazarı okuyan her kişi bu durumu sürdürmeye devam edecek.

Belki de soru yanlış. Belki de problemli olan "ünün" ne olduğudur.

8 Mayıs 2011 Pazar

Şu bizim İstanbul dediğimiz şey...

Güzel bir Cumartesi sabahı arkadaşlarımla buluşmak için tıkış tıkış olmuş tramvayla Sultanahmet'e gidiyorum.

Hava o kadar sıcak ki güneş altında 10-15 dakika kalmak yanıp bunalmanıza kafi geliyor. Fakat gideceğimiz yerden eminim, Türk Edebiyat Vakfı'nda restore edilerek açılan Edebiyat Kıraathanesi...

Aslında burası 2. Mahmut'u azılı yeniçerilerin elinden kül hamaklarıyla kurtaran Cevriye kalfa adına yaptırılmış olan bir ilk okulmuş bir zamanlar.


Arkadaşlarla oturup okul günlerinden muhtemel sevgili adaylarına ve Boğaziçi Tarih'te meydana gelen ego savaşları hakkındaki gereksiz detaylara gömüldük. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar köşesinde oturup Frambuazlı muhallebi yeme şansını yakaladım. Turistleri rahatsız eden yaşlı bir adamı görünceye kadar orada kaldık.


Bundan hemen önce Osmanlı tarzı sedirlerde, klasik ahşaptan yapılmış sehpaların üzerinden soğuk içeceklerimizi yudumlarken C'nin aklına Türk Edebiyatı Dergisi'nin Babalar ve Oğullar başlıklı sayısını bana önermek geldi. Sadece kapağını okuyarak dergiye aşık olduğumu söyleyebilirim.


Jane Austen, "en değerli bilgi dedikodudur" der. Bu söylediği o kadar doğru ki edebiyatımıza yön veren nice baba ve oğulların hayatlarına ait derinlikleri sadece dedikodu vasıtasıyla bir araya getirebilmiş olduğumuzu da gördüm. Ekim 2010 sayılı dergide pek çoğumuzun bilmediği, bilemediği detaylar var. Buna daha sonraki yazımda detaylı bir şekilde değineceğim.

Vakıf'tan çıkıp yolumuzu Ayasofya üzerinden Gülhane’ye inen yola çevirdik. Topkapı Sarayı’nın girişinin hemen solundan Gülhane’ye inen ve restore edilerek eski Osmanlı evlerinin yaşayan bir temsili haline gelen Salkım Söğüt’ten geçerek ressam İlhami Atalay’ın atölyesine attık kendimizi. Atalay’ın kendisi ressam olduğu gibi, eşi ve çocukları da ressam.


Atalay’ın adını hatırlayamadığım fakat resim öğretmeni olduğunu öğrendiğimiz oğlu babasıyla ilgili bazı şeyler de anlattı bize. Babasının sanatçılığından gelen bir kaprisi olduğunu söylüyor. Özellikle annesi bir daha dünyaya gelirsem kesinlikle ressam biriyle evlenmeyeceğim diyormuş.

Babasının özgür ruhlu biri olduğuna dikkat çeken oğul Atalay’ın belki de en çok vurguladığı şey resim formasyonu olduğu için babası gibi resmedemediğini söylemiş olmasıydı. Arkadaşların söylediğine göre Ali Bulaç bu binanın üst katında uzun zamanlar yaşamış. Kulağıma gelen dedikodular Bulaç’ın o memnuniyetsiz halinin burada da kendisini zaman zaman gösterdiği yönünde.



Burada çok kalmayarak Gülhane parkına girdik. Olabildiğince ağır ağır yürürken yavaş yavaş esmeye başlayan rüzgarı selamlayarak aslında sur içi olarak görülen eski İstanbul’da görülmeye değer ne kadar çok şey olduğunu konuştuk. Mesela Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün arkasında bulunan Abdullah Cevdet’in İcjtihad evi gibi eserlerin yanında sarnıçtan restorana çevrilen ya da inanılmaz güzellikte manzaralara sahip şık kafeleri ziyaret etmek nedense hiç aklımıza gelmezdi önceleri. En çok da Beyazıt’ta gidecek yer yok diye ağlayan İstanbul Üniversitesi mezunlarının kulağını çınlattık. Umarım bizi affederler.

Gülhane’nin Sarayburnu tarafına çıkan kapısından geçerek liman tarafında olan ve sadece “Çay Bahçesi” tabelası görebileceğiniz sahile sıfır bu yere geçtik. İyice soğuyan havaya biraz direnerek keyif çaylarımızı içtik. Tekrar tekrar İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğuna iman ettik. Binlerce yıl bu şehri sayısız kültür ve medeniyet korumayı başardığı halde, biz 100 sene içerisinde tarihi ve dokusunu katlederek, doğal güzelliklerini yok ederek nasıl bu hale getirdik halen aklım almıyor...

İstanbul, her şeye rağmen güzel, her şeye rağmen bizimsin.



9 Nisan 2011 Cumartesi

Nasıl kitap yazmamalıyız?


Edebiyat ölüyor. Okuyucunun önüne sürülen yeni kitapların büyük çoğunluğu "iyi ve güzel" edebiyattan uzak. Bir kısım çıkar ağlarına dahil olan insanların birbirini pohpohlaması sayesinde yazılan kitaplar, birbirininden farksız klişelerin yer aldığı kitaplar, hiçbir şey anlatmayan cafcaflı kitaplar rafları doldurmuş durumda.

Neden kitap eklerinde bunların eleştirisini göremiyoruz?

Çünkü reklam verenin egemenliği tüm bu yayınları esir almış bir halde. Bir yayınevinin çıkardığı kitabı eleştirmeye görün hemen sonraki hafta ya da ayda aynı yayınevinin reklam vermediğini tespit edeceksiniz. Tabii önce araya hatırı olan kişiler koyulacak, başka ara çözümler de sunulmaya çalışılacaktır.

Reklam endüstrisine teslim olan edebiyat dünyası

Bu açıdan, Twitter'da gayet eğlenceli bir insan olarak gördüğüm @homohobi'nin nam-ı diğer Murat Renay'ın "SÖYLENMEYEN" adlı eserinin neden sağlıklı bir şekilde eleştirilemediğini anlayabiliyorum. Zaten eleştiri kültürünü 90'lı yılların başından itibaren hızla büyüyen reklam endüstrisine kaptıran edebiyat dünyası kaç adet satacağı belli olmayan bir eser için kendini yorar mı?

Halbuki eleştiri önceden olduğu gibi, bugün de iyi ve güzel olanı diğerlerinden ayırmak için en ihtiyaç duyduğumuz şey.

Kötü tutulmuş bir günlük

Murat Renay'ın kitabı ne yazık ki kaliteli bir eser değil. Üslup açısından forumlara yazılan açık saçık hikayelerdeki bayatlığı yansıtan bir dil var kitapta. Renay'ın bir eşcinsel olarak başından geçenleri okuduğunuzu sanıyorsunuz fakat ortada kötü tutulmuş bir günlükten ötesi yok. Pek çok acemi blogçunun başı sonu belli olmayan yazılarına benzeyen bir "yazı türü" var ortada.

Renay bir eşcinsel olarak zor bir iş yapıyor. Bunun çok iyi farkındayım. Ülkemizde eşcinsellere olan baskıyı reddetmek mümkün değil. Fakat edebiyat bir ezilmişin yaşadıklarını dili kısıtlı, nereye gideceği belli olmayan ve hiçbir yazın amacı olmadan ortaya koyulan kalitesiz bir hikayeyi öne sürmekle gerçekleştirilemez.

Etkileyicilikten uzak özensiz bir dil

Eğer ortaya roman türünde bir eser koyduğunuzu iddia ediyorsanız, ya da hiçbir türde olmasa da bir edebiyat eseri koyduğunuzu söylüyorsanız, elbette ki bizi düşünmeye sevk eden detayların yanında empati yapmamızı sağlayacak, bizi etkileyecek, ya da sadece düşüncelerin akışıyla okuyucuyu büyüsü altına alacak bir eser çıkaracaksınız demektir.

Renay'ın kitabı ise bir türlü anlayamadığımız hikayenin kaba bir dille anlatıldığı, anlamsızca yer yer küfrün kullanıldığı, ki küfür de edebiyatın içinde gayet etkili bir yöntemdir, ilk aşktan bahsedilen satırların bir paragrafı aşmadığı önemsiz bir tomar yığını olarak karşımıza çıkıyor.

Gereksiz detaylar

Hiçbir duygunun esamesine rastlayamadığımız kitapta "sevişmeden önce tuvalete çıkarım, hafif proteinli yiyecekler yerim" gibi okuyucuyu en ucundan bile ilgilendirmeyecek detaylar yer alıyor.

Nihai olarak anlıyorsunuz ki kitabın edebi açıdan hiçbir değeri olmadığı gibi amacı konusunda da belirsizlikler var.

Renay'ın eseri bilinen ve güçlü bir yayınevinden çıkmadığı için kitabın birilerinin torpiliyle kitap eklerinde tanıtıldığını söyleyemeyeceğiz. O halde ortada sadece farklı cinsel yönelime sahip bir yazarı desteklemekten ötede bir şey olamaz. Çünkü hiçbir tanıtım ve değerlendirme yazısında (dikkat ederseniz eleştiri demiyorum) kitabın üslubu, cümle akışı, söz dizilimi, etkileyiciliği ya da stili hakkında tek bir cümle bile göremedik. Bahsedilen sadece gizli bir eşcinselin nasıl da "cesaretle" "gizemli dünyasını" bize açtığıydı. Keşke arkadaşımız bize aşkın, yalnız kalmanın da nasıl olduğunu anlatsaydı. Özellikle de bir eşcinselin gözünden.

Murat Renay, senin hayırseverliğe ihtiyacın yok. Senin okuyucuna saygı göstererek daha iyi bir eser ortaya koymaya ihtiyacın var. Aksi takdirde, geride iz bırakmayan bir kağıt koçanından başka bir şey göremeyeceğiz.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Ne de Güzeldir Yaz Aşkları

Yaz günlerinin belki de en çekici yanı belirli bir yaşa kadar tecrübe edebildiğiniz, sizi bir süreliğine de olsa dünyanın en mutlu insanı kılan Yaz aşkları...

Gençliğin o heyecan verici doğası ve dizginlenemeyen keşif duygusu bazenleri benim de aklımı başımdan almıştır. Yepyeni bir insanla geçireceğiniz belki bir hafta, belki bir ay öyle güzel, öyle muhteşemdir ki, yıllar sonra aklınıza aynı bu şekilde kazınır. Anmadan, yazmadan edemezsiniz.

Hatırlıyorum da, daha yüzümde sivilceler yeni belirmişken, hani o ergenliğin korkutucu, travmatik ve bir yandan da hoş duygular uyandıran o talihsiz döneminde yaşadığım ilk yaz aşkını. İsmin belki çok da önemi yok. Ben onu denizden çıktığında bile düzelmeyen kıvırcık siyah saçlarıyla hatırlıyorum. Gülerken gerçekten de gözlerinin içi gülerdi ve o yaşta bana o koca siyah gözleriyle bayılacakmış gibi bakan birinin samimi olduğundan hiç şüphe duymazdım. Çünkü hepimiz tecrübesizdik. Aksi bir düşünce aklımızdan bile geçmezdi. Heyecandan ne yapacağımızı şaşırdığımız anlarda karşılıklı kahkahalar attığımız da olurdu. Gündüzleri saatlerce denize girer. Akşamları bisiklete biner yükseklere çıkıp beraberce denizi seyrederdik. Ömrümün en güzel, en unutulmaz öpücüğünü de ondan aldım, bir gece babam annemle tartışıp kapıyı çerçeveyi indirip gittiğinde de teselliyi onda buldum.

Sonra ne çok şeyler yaşadım. Ne de çoktular... Her sene sahicilik yitti, her sene sanki oyunculuk kabiliyetlerimiz gelişti. Şimdi büyüyen yaşımla Tanrı'nın yazın tatil yapabilme kudretine sahip biz gençlere ihsan ettiği o güzel duygudan da yoksun kalıyorum sanki.

Tatilden geldiğimde ne çok mutlu olduğumdan bahsedeceğim diye kendime söz vermiştim. Fakat kendimi nostalji yapmaktan alamadım. Kim bilir belki aşktan bahsetmek bana şehvetten bahsetmekten daha önemli görünmüştür. Ne de olsa arzularımız dimdik ayakta. Geçen zaman ise hatıralarımızdan bile yitiyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Aşkım N'apıyorsun?

Başlıktan da anlaşılacağı gibi hepinizin, özellikle erkeklerin, muzdarip olduğu bir konudan bahsedeceğim. Her an kimle, nerede, ne yaptığını sevgiline anlatma zorunluluğuna ben "raporlama" diyorum. Özellikle hemcinslerimde paranoya düzeyine varan bu "raporlama" olayının ucu Facebook, Messenger, Twitter şifrelerinin sevgiliden alınması ve zaman zaman buralara girip kim ne mesaj atmış, ne muhabbetler dönmüş bakmaya kadar dayanıyor.

Şimdi kabul etmek lazım erkekler de az değiller. Fakat bu işi saplantıya dönüştüren genelde kadınlar oluyor.

Peki neden?

Bana kalırsa bunun en büyük sebebi içimizde bulunan ve açığa çıkmak için fırsat kollayan "anaçlık". Mesela bir kadın erkeğin neler yaptığını denetlerken bunu sadece çevresindeki kadınlardan uzaklaştırmak amacıyla yapmaz. Gizliden gizliye onu her şeyden koruma amacı da vardır bu işin içinde. Aynen bir çocuğu yetiştirir gibi, erkeğin hayatının her alanında söz söylemek isterler. Bu durum iş çantanızdan, pantolon cebinize, cep telefonunuza, faturalarınıza, arkaşlarınıza kadar uzanabilir. Çünkü buralar "korunması gereken" çocuğun dışarıyla ilişki kurduğunda neler yaptığının kaydını tutan birer "kara kutu" gibidir.

Buradan da şuna ulaşıyoruz, eğer bir insanı "çocuğunuz" gibi görüyorsanız onun sadece kendinize ait olmasını istersiniz. Diğer her şeyi ve herkesi rakip olarak görmeye başlarsınız. Yani 24 saat süren bir "denetim ağı" kurmanız bu vesileyle "doğal" bir sonuç oluyor.

Şimdi düşünüyorum da üniversite bitirmiş belki üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış pek çok kadın da bu "raporlama" işinin müptelası adeta. Zaten çevremdeki bütün ilişkilerde liseli aşıklar gibi "24 saat cep telefonundan mesajlaşma" olayının fazlasıyla yaşandığını görüyorum. Ve beni bu durum fena irrite ediyor.

Ne kadar saçma.

Erkekler bizim 5 yaşındayken oynadığımız bebekler değiller. Biz de onların evcilik oyunlarındaki konu mankenleri değiliz.

Kadınlar ne zaman büyüyecek acaba?